Call of Duty World at War
Tam bir yıl önceydi, çok iyi hatırlıyorum. Askere gitmeme sayılı günler kalmıştı ve ben de son yazılarımı yazıyordum. Canımdan çok sevdiğim ekip arkadaşlarımı geride bırakacak olmamın verdiği hüzünle bana verilen görevi yerine getirmeye çalışıyordum. 2007 yılının Aralık sayısında payıma düşen en önemli yazı ise Call of Duty: Modern Warfare’dı. Yıllarca Call of Duty ve Call of Duty 2 oynamış, üstelik her Ramazan Ayı’nda sahura kadar süren multiplayer etkinliklerine katılmıştım. Böylesine savaş tutkunu, böylesine oyuna doyamayan bir insandım. Serinin ilk iki oyunundan sonra oynadığım Modern Warfare ise görsel olarak seriyi fazlasıyla ileriye taşırken, içimde bir burukluk yaratıyordu. Çünkü her ne kadar tarih bilgisi çok iyi olmayan biri olsam da İkinci Dünya Savaşı’na hayrandım ve bu savaşı konu almayan bir Call of Duty’ye hazır değildi bünyem. Sonunda serinin en iyi oyununu, ekip arkadaşlarımı, işimi, eşimi (!) ve dostumu geride bırakarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ne teslim oldum. Şimdiyse bir yıl aradan sonra yine bir Call of Duty incelemesiyle karşınızdayım. Bu, basit bir tesadüf müdür sizce? Yazı bitsin de bu konuyu düşüneyim biraz.Kaçıncı Dünya Savaşı?
Call of Duty serisi özüne dönerek yeniden İkinci Dünya Savaşı’nı konu alıyor bu oyunda. Üstelik bu kez savaşı çok daha detaylı ve etkileyici bir anlatımla sunmuşlar. Oyunu açtığım andan itibaren beni karşılayan videolar, dünyanın en çok para kazandıran savaşını net bir biçimde sergiledi bana. Oyuna başladığımda ise ilk “bağlama” videosu ve Kiefer Sutherland’in sesi ile karşılandım. Sadece iki sezonunu izlemiş olmama rağmen bir 24 hayranı olarak Kiefer Sutherland’e de hayran olduğumu söyleyebilirim. Bu nedenle kendisinin oyunun kilit karakterlerinden Sergeant Roebuck’ı seslendirmesi, oyuna olan sevgimi ve saygımı bir anda ikiye katladı. (Bu arada, Gary Oldman’ın da seslendirme kadrosunda yer aldığını not düşeyim.)
Er Miller olarak başladığım oyunun ilk sahnesi çaresizlik teması üzerineydi. Gilbert Adaları’nda cereyan eden sahnede Japonlar, benimle aynı saflarda yer alan bir askeri ve beni konuşturmaya çalıştı ancak gıkımı çıkarmadım. Silah arkadaşım da bu duruma tepki gösterince... Düşmanlar gerçekten acımasız sevgili okurlar. Önce suratında sigara söndürdüler, sonra da boğazını bir hamlede kesiverdiler adamın. Sonunda sıra bana geldi, kendimi geriye atmaya çalıştım ve... Son anda yetişen Sergeant Roebuck ve adamları beni kurtardılar. Kafama bir miğfer, elime de bir tüfek tutuşturdukları an yeniden savaşın içindeydim artık. Denizin ve doğanın güzel atmosferini bir kenara bırakıp içinde bulunduğumuz durumdan ve ortamdan kurtulmamız gerekiyordu. Ancak kendilerine has savaş taktikleri olan Japonlar bizi bir hayli uğraştırdı. Sonunda kendimizi atabileceğimiz botlar bulduk ve son sürat sahile koşmaya başladık ama o da ne! Neyse ne; oyunun önemli ve çarpıcı sahnelerinden birini anlatmak olmaz. Bu noktada şunu söylemem gerekiyor ki WaW’un gidişatı içinde barındığı öyle sahneler var ki etkilenmemeniz ve yerinizden hoplamamanız elde değil. Hala heyecanla hatırladığım bu sahneleri anlatmamak için zor tutuyorum kendimi ama bunu yapmalıyım; bu sahneleri habersizce ve anbean yaşamanız gerekiyor.
Şşş!
Savaş ve Amerikalılar ile Japonlar arasındaki mücadele son hızıyla devam ediyor. Bir sonraki durağımız Palau’nun Peleliu bölgesi. Bir çıkarma operasyonundayız bu kez ve başımızda yine Sergeant Roebuck bulunuyor. Sahile dayanıyoruz, kapakları açma zamanı ama o da ne! Bir kontra atak ve kendimizi serin suların dibinde buluyoruz. Neyse ki kendimizi suyun yüzeyine çıkarabilecek gücümüz ve inancımız var. Silah arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde kilit bir rol üstlenerek savaşın devamını getirecek hamleyi yapıyoruz. Sonrasındaysa yine çatışmalar, kan revan içindeki, yanan ya da henüz dumanı tüten düşmanlar... WaW’un ön plana çıkardığı silahlardan birinden bahsetmem gerekiyor bu noktada: alev makinesi. Zaman zaman kurşunlar, el bombaları ya da patlayıcılar işimizi görmeyebiliyor. O halde alev makinemizi elimize alıp dehşet saçabiliriz! Zaman zaman düşmanlarımızın saklandığı delikleri ateşe vermek, hem işimizi kolaylaştırıyor, hem de garip bir haz veriyor nedense. Düşmanların bağırarak, acı çekerek ve bilinçsizce sağa - sola koşuşturmalarını izlemekse keyfinize kalmış. Pek iç açıcı sahneler değil belki ama ülkeniz için savaşıyorsanız ve size birtakım imkanlar tanınmışsa gözünüzü kırpmamalı ve gerekeni yapmalısınız.
Oyunun A.B.D. için süregelen senaryosunun devamını size bırakıp, Ruslardan bahsetmek istiyorum. WaW’un Nazilere karşı savaş verdiğimiz başlangıç noktası, oyunun başlangıcından çok daha fazla etkiledi beni. Sessizlik, onlarca ölü beden ve canını kurtarmak için kılını kıpırdatmayan Er Petrenko; bu biziz. (Biiip!) Tüm bu gerginliğin ardından yine aksiyona dalıp Nazileri birer birer avlıyorum. Amerikalı bir asker olarak alev makinesiyle tanıştıktan sonra Rus askeri olarak da sniper ile buluşma vaktim geldi. Bir yerlerden kurşun sesi geliyor ama nereden? Canıma kasteden bu pis Nazi nerede? Buldum! Eskiden karşılaştığım Nazi askerlerine göre daha zeki, sürekli yer değiştiren ve kendini göstermeyen bir düşman var karşımda, ama onun sonu da diğerlerinden farklı olmayacak. Tam bu noktada ikinci kez senaryo anlatımımı kesiyorum; aksi halde şikayet maillerinizle boğuşmak zorunda kalacağım ki aman aman...
WaW’un iki farklı senaryo üzerinden oynanıyor olması ve senaryonun bu şekilde sunulması büyük keyif verdi bana. Aynı kaderi farklı cephelerde yaşayan iki askerin hikayesini birebir olarak yaşamak, oyunun atmosferine büyük katkı sağlıyor. Üstelik bu iki askerin kader ortaklıkları, sadece aynı savaşta yer almalarından ibaret değil. Hem Miller, hem de Petrenko silahsız, çaresiz ve ölümün kıyısındayken geçiyor kontrolümüze. Tabii ki Kiefer Sutherland ve Tommy Gun yan etkenleri sayesinde Miller’ın senaryosunu oynamak daha çekici geldi bana. Ancak Petrenko’nun kaderine şahit olduğumuz başlangıç noktasının çekiciliği ve yıkık dökük şehir içindeki yaşam mücadelesinin hakkını da vermem gerekiyor. Öte yandan senaryo boyunca oyunu renkli kılan ara sahneler de oldukça başarılı. Örneğin; Petrenko’yu kontrol ettiğimiz bir bölümde kapana kısıldığımız bir an var. Oyunun bu anı öylesine başarılı hazırlanmış ki panik içinde sağa - sola koşuşturuyor ve içinde bulunduğumuz durumdan kurtulmaya çalışıyoruz. Kurşun yağmurunun yanında, alev makineleriyle içinde bulunduğumuz binayı kül etmeye çalışan Nazilerden kurtulmak isterken, bir anda bina çökmeye başlıyor ve yıkıntıların altında kalıyoruz. Aynen oyunun başında olduğu gibi çaresizlik hissini yaşamaya başlamışken, son anda yardıma gelen silah arkadaşlarımız bizi kurtarıyor ve yolumuza devam ediyoruz.
Tommy!
Tüm kendimi tutma çabalarım sonucu senaryo anlatımını bir kez daha kesip oyunun “oyun” yönünden bahsetmem gerekiyor. WaW’un oynanış açısından önceki oyunlarla ne gibi farklar yarattığını söylememi beklemeyin çünkü pek bir fark yok. Elbette ki bunu olumsuz bir detay olarak söylemiyorum çünkü serinin ilk oyunundaki oyun mekaniği öylesine başarılı ve akıcıydı ki bir an olsun değişiklik istediğimi hatırlamıyorum. Call of Duty’nin olabilecek en basit tuş dağılımına sahip olması, oynanabilirliği en üst seviyeye çıkarıyor. Klasik yön ve silah kullanımı tuşlarının dışında elimizin en çok gideceği tuş ise “G”. El bombası atabilmek için bastığımız bu tuşun -önceki oyunda olduğu gibi- daha önemli bir işlevi var ki atladığınız takdirde ölüm kaçınılmaz oluyor. Düşmanların attığı el bombalarını geri atabilmek için de bu tuşa basmalısınız. Oyun boyunca 100 defa ölecekseniz bunun en az 50’si el bombaları yüzünden olacağı için bu detayı atlamamanızı öneririm. Öte yanda “V” tuşuyla da yakın mesafeden düşmanları öldürebiliyoruz. Elimizdeki bir bıçak ya da tüfeğimizdeki süngü bu işi görüyor. Ayrıca düşmanların bir anda üstümüze atlayıp silahımızı devre dışı bıraktığı anlarda da bu tuşa basmak hayat kurtarıyor. (Üzerimize atlayan düşmanlar arasında Nazilerin kurt köpekleri de var ki Fallout 3’teki köpeklerden çok daha iyi gözüküyorlar.)
WaW’un silah yelpazesinden de bahsetmek lazım. Aslında yıllardır İkinci Dünya Savaşı konulu oyunları oynayan oyuncuların bu konuda uzmanlaştığını söyleyebilirim. (Bu konuda Burak’ın da iddialı olduğunu düşünüyorum.) Özellikle Amerikan Ordusu’nun bu konuda daha zengin bir şekilde sunulduğu oyunda yıllardır tek bir favorim vardır ki o da Tommy Gun, yani Thompson M1A1. Askerliğim süresince bir an olsun bu silahı görebileceğimi umut etmiştim, hatta bu konuda bir ışık da doğmuştu ama... Elbette M1 Garand ve Springfield gibi klasikler de yerli yerinde duruyor ve bunlara ek olarak -daha önce de söylediğim gibi- alev makinesi ile zenginleşiyor portföyümüz. Rusların Mosin’i, Almanların Kar98’i ve Japonların Katana’sı da aklımda kalan ilk isimler. Anlayacağınız, oyun boyunca birçok silahı görme, tanıma ve kullanma şansımız oluyor.
Savaşın bende bıraktığı izler...
Biraz da genel ve teknik detaylara değineyim artık. Nedir bunlar? Atmosferiydi, grafiğiydi, seslendirmesiydi... İlk olarak grafiklerden bahsetmek istiyorum; hazır ofisimize yepyeni bir bilgisayar gelmişken tüm detayları üst seviyeye çektim ve gördüklerime hayran kaldım. Oyunun görselliği müthiş ve savaş atmosferini kusursuzca hissettirdi bana. İlk bölümlerde yol aldığım ağaçlık bölge, düştüğüm tuzak ve fişekle bir anda aydınlanan ormandaki ışık hüzmeleri gözlerimi kamaştırdı. Karakterlerin modellemesi ve animasyonlar da muhteşem. Modern Warfare ile yeni nesil grafiklere geçiş yapan serinin, bundan sonra da çıtayı biraz olsun aşağıya düşürmeyeceğinin garantisi budur herhalde. Ayrıca savaşın geçtiği bölgeler de görsel açıdan mükemmel.
Bölüm tasarımları konusundaysa çizgisel ilerleyişi yansıtmama çabası göze çarpıyor, ama her Call of Duty oyunu gibi WaW’da da böyle bir detay var. Olsun, ben şikayetçi değilim. Öte yandan göz - gez - arpacık kullanımı sırasında hedefe odaklanma ve merkezden dışa doğru oluşan bulanık görüntü, işimizi kolaylaştırdığı gibi gerçekçiliği de bir basamak ileriye taşıyor. Bir kamyonetin arkasına sığınıp uzaktaki bir düşmana nişan alırken, düşman ile kamyonun aynı netlikte görünmesine yıllardır sesimizi çıkarmıyorduk ancak böyle bir imkan varken bundan sonra kimse bizi kandıramaz!Yazının başlarında bahsettiğim gibi Kiefer Sutherland’in seslendirme kadrosunda yer alması beni mest eden bir detay ve bu durum, oyunun bu konudaki iddiasını da ortaya koyuyor. Sutherland’in dışındaki karakter seslendirmeleri, diyaloglar, silah sesleri ve diğer tüm sesler de savaş atmosferine katkı sağlıyor. Bu noktada oyunun müziklerine de ayrıca dikkat çekmek isterim. Savaşın gidişatına ve temposuna göre değişkenlik gösteren müzikler, atmosfer dediğimiz klişeye katkı sağlayan bir diğer faktör. (Atmosfer ve katkı sağlamak... Bu ikisine de alternatif bir şeyler bulmalı!)
Son olarak oyundaki tarih dersi faktöründen de bahsetmek istiyorum. WaW’da aldığımız görevleri neden yaptığımız ve bu noktaya nasıl geldiğimiz basit, net ve görsel açıdan özenle hazırlanmış videolar eşliğinde anlatılıyor. Videoları asla geçmemenizi öneriyorum çünkü hem verilen emeğe haksızlık etmiş, hem de yapımcıların bize sunduğu tarih dersini pas geçmiş olursunuz. Bugüne kadar İkinci Dünya Savaşı içerikli oyunları paldır küldür oynayıp içeriğe dikkat etmeyenler, WaW sayesinde savaşın -belli bölümlerinin de olsa- gidişatı hakkında fikir sahibi olabilirler.
Artık yazıyı bir sonuca bağlama zamanı geldi. Bugüne kadar dikkat çekici bir falsosunu görmediğim Call of Duty serisi, İkinci Dünya Savaşı konseptine dönen yeni oyunuyla yine mest etti beni. Oyunun her yönüyle başarılı olduğunu bildirirken sizi silah arkadaşım olmaya davet ediyorum. Bana yer ve zaman verin, yeter.
Kimse “İkinci Dünya Savaşı konsepti sıktı artık!” diye çıkmasın karşıma! Ben bu savaşı da, bu savaşı konu alan oyunları da seviyorum ve sevmeye devam edeceğim; böylesine kaliteli oldukları sürece.
SİTE KURCUSU
Eren SARIDOĞAN